Rutin, bir insanın hayatındaki en büyük lükstür. Bu lüksün değerini ancak her gününü kaosla geçiren insanlar anlayabilir. O rutine sahip olanlar ise sıradanlıktan şikayet ettikleri için yaşadıkları konforun kıymetini bilemezler.
Bu ikisi arasında bir kesim var ki… Kaosun içinde kendilerine yer açarak verimli bir rutin oluşturmayı başaranlar. Birbirine tamamen zıt iki kavramı tek anlamda buluşturmak çaba ister.
İnsanlar, içine akıp, şeklini alacakları hayat kablarını da kendileri tasarlıyorlar. Yalnız bunu dışarıdan yontarak değil de içeriden oyarak yapabiliyorlar. Önce alanı oluşturup sonra oraya doğru akıyorlar. İşte iyi oymacılar yirmi dört saat görünen günü, üç yüz altmış beş gün görünen yılı ve bir ömrü öyle bir şekle sokuyorlar ki, içine diğerlerinden daha fazla hayat sığdırabiliyorlar.
Sabah erken kalktım kimileri uyuyor, kimileri işe gitti, çocuklar babalarıyla beraber derken kendimi bahçe masasında yalnız buldum. Kahvemle birlikte günlük sayfalarımı yazdım, biraz şiir okudum, sevdiğim bir dostumla sabah sohbeti ettim, yarım kitabımı tamamladım, çayımı demledim, baktım sessizlik hala devam ediyor. Kuşlar, sakin sakin ötüyor, kedi yavruları oynuyor, zaman çoğalıp gidiyor. Oymacılara özendim, dedim ben bu tarafa doğru oyayım biraz.
Ömür dışardan yontulunca içerideki alan fark edilmiyor demek ki. Bu da insanın bazen yanlış taraftan çabaladığı anlamına geliyor sanki. Belki de tüm dert içeriyle dışarıyı karıştırmaktadır.
Geçenlerde sabah telefonda eşimle konuşurken kahveni içtin mi? dedi. Elimde dedim nereden bildin? “Senin rutinlerin vardır” dedi. Düşündüm, gerçekten üzerine düşünmediğim rutinlerim var. Bugün elimin boşluğunda düşünesim geldi. Sıradanlığın konforunu damağımda eze eze yaşayasım geldi.
Olumlu, olumsuz dış dünyama ait bütün duyguları kalemliğime doldurdum, kaygıları ayrı göze koydum fermuarını çektim. Neden kalemlik? Çünkü şu an etrafımda ağzını kapatabileceğim tek şey o. Kitaplarımın arasına sıkıştırmadım çünkü bu duygular pek kaygan, güven olmaz. Sıkı sıkı kapatmak lazım. Gerçi o duygular kalemlerime bulaşınca bak sen günlük sayfalarına.
Duygular tamam. Sıra geldi zihin kelimelerine. Onları da buraya aktarıyorum şimdilik zararsızlar. Fiziken de sabitim. Bu demek oluyor ki boş boş oturuyorum. Benim için değişik bir deneyim.
Böylece zamanın içinden zaman üretiyorum. Ne müthiş bir şey bu. Artık her şeyi yapabilirim.
Ayaklarım uyuşmuş önce bir çay koyup geleyim. Duygularım da hareketsiz kalınca uyuşur mu acaba? Onlar değil de kaygılar uyuşsa pek fena olmaz sanki. Ama okuyup yazdığım için zihnim uyuşmaz kesin.
Bu şekilde ne kadar yaşayabilirim acaba? Bir adama suyun üzerinde yürüyebilirsin demişler başlamış yürümeye, bir an “Ya düşersem ne olacak?” diye sorunca, hop, düşmüş. Benim soru da buna benzedi şimdi.
Hareketli olduğum zamanlarda “keşke” dediğim her şeyi yaptım bitti. Aklım çocuklarda, karım da acıktı, “Vahşi Kızlar” bittiğine göre hangi kitaba başlasam acaba?
Anladım bu ömür oymacıların işi çok zormuş. Hep içerde yaşayamıyor insan. Ara sıra konu komşuya laf atarak dışardan sıva yapmakta gerekiyor sanki.
Dengeyi bulmak lazım, bir içeri iki dışarı hareket ederek yaşamak lazım demek ki. Hepsinden önemlisi içeride çalışırken kullanılacak malzemelerin dışarıdan getirilmesi gerekiyor. Mesela bak içerden yazarken Dört yüz elli kelimeyle bitiyor yazı. Oysa ben akşam girdiğim Grafoloji dersini anlatsaydım, ya da çocuklarla başıma gelenleri, on ki saatlik araba yolculuğumuzu şimdiye kadar kaç sayfa dolmuştu.
Sabah sabah güzel bir oyun yazısı oldu benim için. Hala aynı fikirdeyim insanın hayatındaki en büyük lüks rutin fakat önemli olan onu kaosun içerisine yerleştirebilmekte. Yoksa insan kısırdöngüde boğulur kalır. Sabah ve akşam ritüelleri arasına öğlen hareketi hayatın lezzetini artırır sanki. Kabın şekline gelince sadece nasıl dışarıdan yontulunca içerinin genişliği anlaşılmıyorsa sadece içeriden oyulunca da duvarların kalınlığı hesaplanamıyormuş. Hayatı akıttığımız kabın şeklini alması için, iç – dış hava akımı lazım.