Yalnız olduğum anda bile en az iki kişiydik. Çocukluğumun çıkış kavşağında buldum onu. Küçücüktü daha, hep böyle küçük kalsın istedim ama olmadı. Ben küçüldükçe o daha da büyüdü. Arkadaş olalım, birlikte oyun oynayalım dedim, o hep saklambacı seçti, karanlığa kaçtı. Yüzünü hiç göstermedi. Sevmedim oyunlarını, sıkıldım, bıraktım peşini. Her aynaya bakışımda arkama saklandı, görmezden geldim. Her yalnız kaldığımda dürttü kaçtı, gitmedim peşinden. Önceleri küstüğümden, sonraları korktuğumdan.
Evet korktum, çünkü zaman geçtikçe onu tanıyamıyordum. Ben ne kadar sakinleşirsem o bir o kadar öfkeleniyordu. Ben ne kadar uysallaşırsam, o da o kadar hırçınlaşıyordu. Benim asla kabul etmeyeceğim biri haline geliyordu. Onu anladığımı düşünürken, çoğunlukla yarı yolda kalıyordum. Hiç karşıma çıkmıyor, hep arkamdan oyun çeviriyordu. Beklemediğim zamanlarda olmadık şeyler yapıyor, beni elâleme rezil ediyordu. Kimseye kendini göstermediği için her şeyin sorumluluğu benim üzerime kalıyordu. Bundan kaçamıyordum çünkü o bana aitti ve kontrolüm dışında davranıyordu. Onun yüzünden bütün işlerim aksamaya, ilişkilerim bozulmaya başladı. Oysa ben, toplum içerisinde saygı gören, işinde başarılı, ailesiyle iyi anlaşan, sakin, uyumlu, anlayışlı biri olarak bilinirdim ta ki onun karanlık oyunları beni al aşağı edene kadar. Şimdi tutarsız, dengesiz, saçma sapan biri haline gelmeye başladım. Bunu bir şekilde kontrol altına almak zorundaydım yoksa bu zamana kadar elde ettiğim her şeyi kaybedecektim.
Ne yapsam kâr etmiyordu. Ben ne kadar aydınlığı seviyorsam o bir o kadar karanlık sokaklara kaçıyordu. Ben ne kadar temkinli davranıyorsam o bir o kadar risk alıyordu. Benim için ahlak kuralları kırmızı çizgiyken onun umurunda bile değildi. Ne ara bu hale geldi bir türlü çözemiyordum. Nasıl bu kadar ters olabilirdik?
Sonunda bütün cesaretimi topladım ve peşine düştüm. Devamlı sabote ettiği hayatımı toparlamam için onun derdini anlamam gerekiyordu. Tamam dedim, senin istediği gibi oynayalım bakalım.
Böylelikle hayatımın oyunu başladı.
Her şeyi bırakıp onunla ilgilenince biraz sakinleşti. Yaklaştıkça “Belki de sandığım kadar kötü değildir,” diye kendimi teselli etmeye çalışıyordum ama hayır, durum sandığımdan da kötüydü. Beni en çok zorlayan şey onun bir parçam olduğunu kabul etmekti. Mümkün olsaydı keser atardım ama ne yazık ki son nefesimi verene kadar benimleydi artık. Bu nedenle ondan kurtulmam mümkün değildi en azından bunu kabul etmiştim ama kendimi inanılmaz çaresiz hissediyordum.
“Yolculuğa çıkacağız” dedi. “Peki” dedim. “Nereye?” “Daha önce gitmediğin ve tanıdığın kimsenin olmadığı bir yere” “Ona da peki” dedim. Cehennemin dibinde bir yeraltı mağarası varmış orayı merak ediyormuş. Ben mağaralardan nefret ederim. Karanlık, korkutucu, nemli ve bilmediğim bir sürü yaratıkla dolu. Belli, amacı beni zorlamak. Ben direndikçe o çıtayı yükseltecek, anlaşıldı. “Tamam” diyorum, “Ona da tamam”. Dayanabilirim. Uçak biletlerini ayarlamak için telefona uzanıyorum, “Hayır!” diyor “Trenle gideceğiz.” “O kadar da değil ya!” diye itiraz ediyorum. Bir kaç saatte uçarak varacağımız yere, kaç aktarmayla ve Allah bilir kaç günde gitmek nedir!
Ben bütün bunların acısını senden çıkarmaz mıyım sanıyorsun. Anladık eziyet derdini.
Yolculuk akşam başlayacakmış, ona göre aldırdı tren biletlerini bana. Bütün gece konuşabilirmişiz! Anlamadım sanki. Karanlığın içinde benimle dalga geçecek.
Küçük bir çanta aldım yanıma çünkü o kadar uzun kalmaya niyetim yok. Tek derdim gönlünü yapıp orta yolu bulmak. Onu ikna etmek için bir iki gün yeter bana. Dönüşte de uçağa atlar gelirim. Çantamı yerleştirdim, termosumu, defterimi, kitabımı masaya koydum soldaki koltuğa yerleştim. Asla ters gidemem midem bulanır. Baştan ayağa siyahlar içerisinde karşıma, ters koltuğa oturdu. Hayret, görünmeye karar vermiş. Demek ki planım işe yarıyor, yavaş yavaş yola geliyor. Buna renkli bir şeyler giydirmek lazım. İçimi daralttı karası.
Bir ucundan konuşmaya başlasam iyi olur, malum bu işi ne kadar erken bitirirsem benim için o kadar iyi. “Ee nasılsın, mutlu musun?” Pis pis gülümsüyor. Bunun bu saygısız ve umursamaz tepkileri beni benden alıyor. Cama dönüyorum kendimle göz göze geliyorum. Karanlığın ortasında tangır tungur gidiyoruz. Anladık arkadaşın koşuşası yok. Kitabıma uzanıyorum. Ofistekilerin hepsi okumuş bu kitabı. Pek ilgi alanım değil ama malum sohbetlerin dışında kalmamak için okumak lazım. Hem severim belki belli mi olur. Kaldığım sayfayı açıyorum boş, diğer sayfalara bakıyorum boş. Ona bakıyorum, kahkaha atıyor. “Sevmediğin kitabı neden okuyorsun ki?” “Okuduğum kitaptan sana ne, hayatında hiç kitap okudun mu acaba? Sen ne anlarsın edebiyattan!” “Bu yolculukta kitap yok.” “Nedenmiş o?” “Kaçtığın delikleri tıkamak için.” “O ne demek be?” “Düşün. Bunu çözdüğün anda gerçekten okumaya başlayabilirsin belki”
“Yok zor… Bu yolculuktan sağ sağlim çıkabilirsek şükür!” Defterim ve fotoğraf makinem dışında oyalanabileceğim her şeyi pencereden dışarı atıyor.” Kaçık, beni gıcık ediyor.
Biraz fotoğraf makinemle oynuyorum, temizliğini, ayarlarını ve içerisinde kalan fotoğrafları kontrol ediyorum. İki yıl önce tatilde çekmişim en son. Doğru ya o zamandan beri elime alamadım, oysa ne severdim fotoğraf çekmeyi. Hayat işte başarı için bazı şeylerden vazgeçmek zorunda kalıyor insan.
“Vazgeçmek zorunda kalmıyor. Sevdiği şeyleri rehin veriyor.” “Ne alakası var? İnsanın zevkleri ve öncelikleri zaman içerisinde değişebilir.” “Tabi ki değişebilir eğer gidenin yerini doldurabiliyorsa.”
İki yıldır pek bir şeye zaman ayıramıyorum doğru ama bu geçici bir süre. Hedefime bir ulaşayım rahatlayacağım. O zaman hem param, hem zamanım olacak. Şimdi bunları düşünmenin bir anlamı yok zaten. Camdan yansımasına bakıyorum. Görmeyeli ne kadar irileşmiş. Canı ne isterse yiyor. Benim gibi ne diyet, ne spor derdi yok. Ben böyle yesem milletin dilinden kurtulamam. Bir kilo bile alsam hemen fark ediliyor.
Takılma kızım sen buna, iyisin sen böyle, yat uyu.
İkinci günün sonunda, üç farklı aktarmayla varacağımız yere ulaştık, “Son durak: Akson Mağarası”
Nasıl yani? Tren doğrudan mağaranın içine mi girdi. Hayatımda böyle bir şey görmedim. “Hayır” diyor. “Mağaranın içine gireli çok oldu, sadece gereken yere yeni geldik.” Benim gece yüzünden karanlık sandığım meğerse yer altında olduğumuz içinmiş. Dış dünya ile tamamen bağlantımız kesildi anlaşılan. Saat kaç acaba, dışarıda gece mi gündüz mü? Burada ne işim var benim? Bunun peşine takıldım geldim. Nefesim daralıyor sanırım. Kimse yok etrafta. Tren de çıkardığı kıvılcımlarla karanlığa gitti.
“Sakin ol, güvendesin” diyor ağır ağır yürürken. Ben ne kadar gerginsem o bir o kadar rahat. Beni daha çok gerecek kadar rahat. Kimseye de söyletmedi geleceğimiz yeri, arasa kimse bulamaz burada beni. Ben bile bilmiyorum ki nerede olduğumu.
“Bu taraftan” dedi. “Nereye gidiyoruz, korkuyorum?” “Kokma ben yanındayım” “Senden daha çok korkuyorum zaten” “Ha, bu kendinden korkman kadar mantıklı aslında.” “Kendimden neden korkayım?” “Tanımadığın için olabilir mesela” “Saçmalama tabi ki kendimi tanıyorum” “Kendini tanısaydın, benim gerçekten kim olduğumu ve neden buraya geldiğimizi bilirdin.”
Bir şey diyecek halim kalmadı. Bir an önce buradan çıkmak istiyorum ve bunun için onunla iyi geçinmek zorunda olduğumun farkındayım. Bir anda fotoğraf makinem geldi aklıma. Onun flaş ışığı biraz aydınlatabilirdi etrafı, en azından gittiğim yeri görebilirdim. Hemen fotoğraf çekmeye başladım ama bir işe yaramadı. Flaş ışığı etrafı aydınlatmaya yeterli gelmedi. “Eğer objektiften doğru düzgün bakarsan bence şansın yükselir.” Dediği doğruydu ben sadece deklanşöre basıp etrafa bakıyordum ama aydınlık karanlığa yetmiyordu. Oysa objektiften baktığımda parça parça etrafı görmeye başladım. Derin bir karanlığın ortasında bir sürü sarkıt ve dikitler vardı. “Tavandan akan damlalar sarkıtları oluşturur, onun ucundan yere damlayan çökeltiler ise zamanla dikitleri oluşturur, bu bazen bana düşünce-duygu-davranış mekanizmasını çağrıştırıyor.” “Evet, şu anda gerçekten ihtiyacım olan bilgi.” Diye söylendim ağzımın içerisinde. “Hala uyanmak istemiyorsun ama uyuduğun sürece buradan çıkamayacağız.” Bir an kalakaldım. “Buradan çıkamamak!” Ona döndüm baktım farklı bir gülümseme vardı yüzünde. Bir an o kadar da kötü olmayabileceğini düşündüm. Bunu düşündüğüm anda tepeden bir ışık huzmesi indi. Çocukluğum geldi aklıma ben uslu çocuk olurdum, o yaramaz olan. Bana yapma dediklerini hayalimde hep ona yaptırırdım. Ne çılgınlıklar yaşamıştık birlikte. Ben dış dünyanın girdabına kapılıp gitmeden önce iyiydik aslında. En zor zamanlarımda o vardı yanımda. Çizgilerin dışındaydı, isyankardı, abuk subuktu ama sonuçta benimleydi. Herkesten daha yakındı bana. Biraz ilgilenince yola da geliyordu. O anda birden ışık belirdi ve çıkış yolu göründü. Mutluluktan boynuna sarılmışım. Son hatırladığım o tatlı gülümsemesiydi.
Aydınlıkla birlikte küçük ağaçlık bir alana çıktım. Hemen arkamı döndüm ama yoktu. Yok olmamıştı biliyorum çünkü o benim bir parçamdı sadece karanlığıma yani gölgeme saklanmıştı. Yavaş yavaş yukarı tırmandım dar yollardan. Çıktıkça ağaçlar azaldı gün ışığı arttı, insanlar görünmeye başladı. Aşağılardaki mağaralardan haberleri var mıydı acaba. Kendimi çok daha özgür hissediyordum. Tren istasyonunun tabelasını gördüm, o yöne döndüm. Gökyüzü kadar yer altı da çekiciymiş. Tatil planlarıma mağaraları eklemeliyim, tabi ki onunla birlikte.
Dediğim gibi hayatımın iki kişilik oyununu oynadım ve dönüş trenine binerken yüzümdeki gülümseme ona aitti.