Hayatımın dört saatini büktüğüm zamanın içine sakladım…
Sıradan bir gündü. Sabah çocukları gönderdikten sonra yürüyüşe çıktım. Geceden yağmur yağmış, her yer gri ıslaktı. Biz çok fark etmesek de ıslaklığın da bir rengi var aslında. Bunu beton şehirlerde görmek pek mümkün olmayabilir ama doğaya biraz daha yakın yaşayınca net bir şekilde hissediliyor. Dünya vernik atılmış gibi parlak görünüyor. Toprağın ve bulutların iş birliği ile zemin farklı bir griye çalıyor. Bu bahsettiğim griyi bazen arada kalmışlığın bir yansıması gibi de algılıyorum.
Bütün renkler, renk olmayan siyah ve beyazın arasındadır.
Hava uzun zamandır hissetmediğim bir tonda ve çok keyifliydi. Sonbahar havası dediğimiz aralık var ya; ne soğuk, ne sıcak, ılığın esintili hali. Yürüdüğünüz zaman yüzünüze vuran rüzgarın hafifçe okşayıp geçtiği, hareketten kaynaklanan sıcaklığı dengeleyen bir serinlik. Kulağımda kulaklığım, spotify’dan rastgele bir çalma listesi açtım. Şansıma yerli yabancı karışık ruh ve ahvalime uyumlu bir liste çıktı.
Deniz; beni kendi halime bırakın dercesine sakin, alalı bulalı. Belli, güneşle kavgalı. Bulutlar araya girmiş denge bulmaya çalışıyor. Sahil desen, ıslaklığın verdiği bir edayla kendini kıymetli sanıp parıl parıl parlayan taşlarla dolu. Kuşlar; uçmaktan yorulmuş ayaklarını suya sokmuş salınırken, kediler; insanların çekilmesinden cesaret alıp, kıyıya yaklaşan balıklara kenardan aval aval bakıyorlar. Görüş mesafesinin içinde, dokunma mesafesinin dışında. En sevdikleri şey, nefret ettikleri şeyin içinde.
Ne suyla mücadele edebiliyorlar, ne de balıklardan vazgeçebiliyorlar.
Kadersizler…
Bir saate yakın yürüdüm. Dönüşte yol üzerinde, küçük, sevimli bir kafe mi desem, kahvehane mi desem tam bilemediğim bir mekâna girdim. Gerçi ikisinin de kökeni aynı ama meclisi farklı işte. Yaş ortalaması altmışın üzerinde olan kalabalık bir grup vardı. Önce yılbaşı kahvaltılarından biri diye düşündüm, değilmiş. On beş günde bir pazartesileri burada müzayede yapılıyormuş. Herkesin masasında eski antikayı andıran ama ben yeniyim diye bas bas bağıran eşyalar, ağır çekim hareket eden insanlar. Ortada bir masa, arkasında; “Bu elimdeki işlemeli sürahi (bence anam babam paşabahçe) yüz elli tl, alan var mı?” diye bağıran bir adam.
Yazlık bölgelerdeki yaşlılarla Anadolu bölgesindeki yaşlılar arasında keskin hatlı farklılıklar var. Tabi ki her kesim için söz konusu bu ama yaşadığım bölgenin yaş ortalaması yüksek olunca gözüme onlar daha çok onlar ilişiyor. Giyimlerinden, konuşmalarından bahsetmiyorum. Daha çok bakışlarından söz ediyorum. Göz bebeklerindeki ifadelerden. Yansıyan duygulardan. Belki de en ciddi fark, anlamlandırma çabasıdır. Anadolu insanı bir süreden sonra yıllar içinde sertleşen kabuğuna yerleşir ve akışa teslim olur fakat bu bölgelerde halâ tutunma ve değerlendirme çabası hâkim. Bakışların renkleri çok farklı.
Müzayede’yi izlemeyi çok isterdim ama ortam pek müsait değildi. Bu nedenle bahçeye oturdum. Kendime bir kahve aldım. Defterimi kalemimi çıkardım, sayfalarca yazdım.
Kyros zamanındaydım. Dünya algımın geri çekildiği, bilinçdışımın ve geri plandaki sezgilerimin aktif olduğu, gözlerimin farklı gördüğü bir boyutta. Yatay zaman algısının yok olduğu bir aralık. Zamanın bükülmesi de denebilir buna.
Etrafımda ellerinde sigarayla gezinen insanlar yılbaşı ağacındaki renkli süslere benziyorlardı. Karşımdaki deniz sonsuzluk ile hiçliğin dans pisti gibiydi. Sahilde köpeğiyle yürüyen, renkli bereli teyze ise yabancı bir filmin fragmanı. İçtiğim kahvenin tadına hazırlayan kişinin gamsızlığı bulaşmıştı. Öylesine sakin bir kahveydi.
Hayatta sağlıklı ve dengeli yaşayabilmek için bazı ruhsal kaslara ihtiyacım var. Bu kasları geliştirebilmek için de düzenli egzersizlere. Eğer bunları güçlü tutabilirsem ne yaşarsam yaşayım yine yolumu bulurum. Ara sıra düştüğümde en hızlı şekilde toparlanır kalkarım. Her daim dengemi korurum. Fakat belirli dönemlerde bu egzersizleri aksattığımda, önemsemediğimde, bir an gücümün azaldığını algılayamıyorum ta ki şiddetli bir baskı yaşayana kadar. O zamanlarda ise kendimi toparlamam hayli zaman alıyor.
İşte o gamsız kahvesi benim ruhsal egzersiz besinlerimden biriydi. Bütün ortamı içinde toplayan ve hücrelerime sinyal gönderen bir aracı.
Defterime yazdıklarıma gelince; muhatabım kendimdi. Sorular sordum, cevaplar verdim. Bazılarına veremedim zaman istedim. Kaçtığım şeyleri masaya getirdim, zamanı gelmeyenleri yine kaldırdım. Sandığı havalandırdım.
Daha çok eşik planları yaptım.
Ardından iki kupa çay eşliğinde güzel bir kitaptan öyküler okudum. Yazarını az buçuk tanıdığın bir kitabı okumak çok güzel bir duygu, hele de sevdiğin bir kalemse. Kitabın kapağını kapattım, acaba dedim, beni tanıyanlarda böyle hisseder miydi?
Aşağı yukarı dört saate yakın zaman geçirmişim. Çantamı toparladım, çayımdan son yudumu ayakta aldım.
Ve dönüş yoluyla birlikte yavaş yavaş kronosa geçtim zamanıma geri döndüm.