Az gittim uz gittim. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçtim. Vara vara vardım Kaf dağına, doldurdum masalları çuvalıma. Kah hoplaya zıplaya, kah dura soluklana, ulaştım bir samanlığa. Kıvrıldım yattım oracıkta Ben uyurken çuvalım açılmış, içinden bir masal fırlamış.
Zamanın birinde yüksek bir dağın eteğinde küçük bir köy varmış. Bu köyde annesi ve ninesiyle birlikte, güzel mi güzel bir genç kız yaşarmış. Kız güzel olmasına güzelmiş, çok da akıllı ve becerikliymiş ama büyük bir derdi varmış. Bu dert bir onun değil aynı zamanda annesinin, ninesinin hatta ninesi’nin ninesi’nin de derdiymiş. Bu dert yüzünden ailesi yıllar boyu göç etmiş durmuş. En sonunda bu köyü bulmuşlar ve ninesi ne olursa olsun bu köyden ayrılmayacaklarına dair aht etmiş. Öyle de olmuş. Utanmadan sıkılmadan dertleriyle yaşamayı kabul etmiş ve bu köyden ayrılmamışlar. Ta ki bizim kız buna isyan edene kadar… İsyan etmesine ediyormuş ama çözümün de kaçmak göçmek olmadığının farkındaymış. Buna kesin bir çözüm bulmak, hem kendi kurtulmak, hem de kendinden sonra gelecekleri kurtarmak istiyormuş. Kendisi de, annesi de, ninesi de, ninesinin ninesi de tahmin ettiği kadarıyla onun ninesi de yıllarca bu dertten çok çekmişler. Bu ailenin kadınları ayna da kendi yüzlerini göremiyorlarmış. Erkeklerde öyle bir dert yokmuş. Onların zaten aynayla pek işi de yokmuş. Ama kadınlar öyle mi ya. Onlar kendileriyle göz göze gelmek istiyormuş. Her bir ayrıntılarını aynanın gözünden görmek istiyorlarmış. Camda, ışıkla tamamlanmak istiyorlarmış.
Onların camda yansımasının olmadığını duyanların dedikodularından da bıkmış usanmışlar. Kimi, büyücü soyu diyormuş, kimi lanetli kanı. Kimse oğluna almak istemiyormuş bu ailenin kızlarını. Kimi aşıklar savaşıyormuş tıpkı bizim kızın annesiyle babası gibi, kimileri kaçıyor, kimileri ise canına kıyıyormuş.
Günlerden bir gün, hatta o her şeyin başladığı gün desek daha doğru olur, bizim kız yatağından kalmış bakmış, ninesi camın önünde oturuyor. Dizinin dibine oturmuş. Başlamış konuşmaya:
“Canım ninem, güzel ninem, ipek saçlı, gül kokulu ninem.” Ninesi saçlarını okşamış, “ Söyle benim güzelliği dağları aşan, mertlikte erkeklerle yarışan, gözümün nuru, kalbimin ateşi torunum.” “Ninem bana etsen etsen bir tek sen yardım edersin. Söyle bana bu derdin çaresi nedir. Söyle gidip bulayım, bulup getireyim, savaşılacaksa savaşayım, ölünecekse öleyim yeter ki herkesi bu dertten kurtarayım.”
Nine cama dönmüş yüzünü, konuşmadan, uzun uzun bakmış. Yıllardır sakladığı sırrı anlatmanın zamanı gelmiş. Gelmiş gelmesine ama yine de o zorlu yollar korkuturmuş nineyi. Bizim kız sabırla beklemiş sessizliği. Anlamış ki ninesinin sessizliği, mucizenin kapısıymış. Şimdi aralanacakmış o kapı ve bizim kız hiç düşünmeden dalacakmış içeri.
“Bundan yıllar yıllar önce…” diyerek nine anlatmaya, mucize kapısı aralanmaya başlamış. “Yine böyle göç ettiğimiz zamanların birinde, komşu oba da, bir falcı vardı. O bana söylemişti.” “Ne demişti ninem” “Güzeller güzeli bir torunun olacak, bu üzerinizde ki yüzyıllık büyüyü, bozsa bozsa o bozacak.” Bizim kız şöyle bir doğrulmuş oturduğu yerden. “Anlat ninem anlat, başka ne dedi.” Dağı bulmamızı, eteğine yerleşmemizi ve zamanı gelene kadar da oradan ayrılmamamızı söyledi. Kaderiniz o dağın ardında dedi.“ Aynı anda bizim kız camdan ninesinin baktığı dağa döndü. “Şu dağı görür müsün güzel kızım, hah işte o dağın ardında bilge bir kadın yaşar. Yıllardır seni bekler. Bu derdin devası ondadır, var git onu bul, dediklerini de söylemediklerini de iyi dinle” demiş ve susmuş. Susmak ki ne susmak. Anlamışlar ki bizim kız gelene kadar bitmeyecek o susmak…
Bizim kız başlamış hazırlanmaya. Kolay değil dört gün, dört gece yol gidecekmiş. Annesi ah demiş, vah demiş ama o da iyi bilirmiş kızının vazgeçmeyeceğini. Anne tembihleri inci gibi dizilmiş ardı sıra. Kız ilk gece ovada kalacakmış. Çöl gibi sıcak olurmuş ova, bu yolun en zoru da orasıymış. Geceleri uyutmaz, gündüzleri yürütmezmiş sıcak. Ne babayiğitler kalmış ovanın orta yerinde de taşımış gelmişler köye. İkinci gecesi külek tarlasıymış. Burası ovanın devamıymış. Tarla dediklerine bakmayın, rüzgardan pek bir şey yetişmezmiş. Öyle rüzgarlar olurmuş ki akşam burada yatan sabah orada açarmış gözlerini. Öyle rüzgarlar olurmuş ki, görenler bazen yeri gök, göğü yer sanırmış. Üçüncü gecesini nehirde geçirecekmiş. Nehir derin mi derinmiş. Ayağını basanı öyle bir yutarmış ki, ah demeye kafası çıkmazmış insanın. Son gecesini de karanlık ormanda geçirecekmiş. Bu ormanda ağaçlar öyle sık, öyle uluymuş ki gökyüzü görünmezmiş. Bu güne kadar hiçbir insanoğlunun görmediği hayvanlar yaşarmış bu ormanda. Burayı da sağ sağlim geçerse ulaşacakmış dağın ardına, bilge kadına.
Ninesinin elini öpmüş, ninesi eline bir şey tutuşturmuş. Bizim kız açmış bakmış, bir kolye. Yanında da bir not. Başın sıkışınca tut kolyeni üç kez tekrarla şokurey-şokurey-şokurey… Tamam demiş bizim kız sen merak etme güzel ninem, ipek saçlı gül kokulu ninem. Elimde bir aynayla gelicem sana. Nine bakmış bakmış ses etmemiş ama kız’ın kabinde duyulmuş dedikleri. “Ayna sana lazımdır, dünya bana aynadır.”
Anasıyla da sarılıp sarmalandıktan sonra çıkmış yola. Az gitmiş uz gitmiş, sıcaklarla boğuşmuş, rüzgarla savaşmış, nehir’i geçmiş ormanda kaybolmuş. Kolyesine tutunmuş şokurey şokurey şokurey demesiyle yolu bulmuş. Yani dememiz o ki anlattığımız bütün gecelerden sağ salim geçmiş, varmış bilge kadının kapısına.
Bizim kız biraz merak, biraz korku, bolca heyecan ile durmuş kapının önünde. Şirin mi şirin küçücük bir masal eviymiş burası. Ev küçük ama bahçesi inanılmaz büyükmüş. Bahçenin her bir köşesi de birbirinden farklıymış. Bir tarafta dalları yere sarkan meyve ağaçları varken, diğer tarafta dikenli kaktüs tarlası varmış. Bir köşesi göz alabildiğine renkli çiçeklerle bezeliyken, diğer köşesi ottan geçilmiyormuş. Ne tuhaf bir yer burası demiş. Tam kapıyı çalacakken arkalardan, otların arasından bir ses gelmiş. “Hoş geldin güzel kız” bizim kız sağa bakmış, sola bakmış kimseyi görememiş. “Ne o göremedin mi beni” demiş ve gülmüş sesin sahibi. Bizim kız biraz daha dikkatli bakınca otların arasında hareket eden bir şapka görmüş. O tarafa doğru yönelince bahçe kadın, elindeki işi bitirip ayağa kalkmış. Kalkmış kalkmasına ama bizim kız hala aşağı bakıyormuş. Ufak tefek bir kadınmış bahçe kadın. “Tekrar hoş geldin, yolun nasıldı, yoldakiler nasıldı?” Kız afallamış o kadar zorlu dört gün ve geceden sonra kendisini sormasını beklemiş, hatta içten içe bir hayranlık, bir aferin beklemiş. Ama bahçe kadın onu değil, yoldakileri soruyormuş. İyiler demiş, ellerinden geldiğince bana dert, sorun oldular ama hakkından geldim hepsinin, geldim ki ulaştım size demiş, hafif de göğsünü kabartarak. Ulaştığına emin misin demiş bahçe kadın, çiçeğin dibindeki otları temizlerken. “Nasıl yani” demiş, bizim kız “Geldim ki konuşuyoruz.” Dediğine kendi de inanamamış pek. Hemen toparlanmış “Ben böyle konuşmam aslında ama yorgunluktan herhalde, kendimi kaybettim kusura bakmayın demiş.” “Kayıp olmak zordur, bilirim. Bulursun inşallah.” Bizim kız bahçe kadının dediklerinden hiçbir şey anlamıyormuş. Bir an pişman bile olmuş bu kadar yolu geldiğine. Kafası eğilmiş, suratı düşmüş. Bunu gören bahçe kadın, gel bakalım odanı göstereyim demiş. Dinlen biraz, ben de yemek hazırlayayım sonra bakarız nerede kaybolduğuna.
Bizim kız burnuna mis gibi gelen ekmek kokusuyla açmış gözlerini. Burada zaman kavramını tümden yitirmiş. Sadece aydınlık ve karanlık varmış, arası bölünmeyen. Günlerdir, yoksa haftalardır mı, hatta aylardır mı demek lazım bilemiyoruz ama geldiğinden beri bahçede çalışıyormuş bizim kız. Bahçe kadın arada bir iki cümle söylüyor sonra o da ninesi gibi susuyormuş ki, ne susmak. Bizim kız ekmeğin kokusuyla kendine gelmiş. Neden geldiğini hatırlamış, anasını ninesini özlediğini hissetmiş ve yeter artık demiş, bahçe kadınla konuşmaya karar vermiş.
Ben ve annem ve ninem ve ninemin ninesi hatta onun ninesi aynada kendimizi göremiyoruz. Bana senin bu büyüyü bozacağın söylendi ve geldim. Bahçe kadın bu büyü nasıl bozulacak? “Söyle bakalım güzel kız aynada ne görmek istiyorsun?“ Tabi ki kendimi?” “Gözler insanın bildiğini görür, bilemediğini baksa da göremez. Şimdi söyle bakalım, sen ne bilirsin ki, gözün ne görsün.” Bizim kız sessizce bahçe kadına bakmış. Sonra günlerdir, yoksa haftalardır mı yoksa aylardır mı demek lazım bilemediğimiz süre çalıştığı bahçeye bakmış. Bu bahçeyi iyi biliyorum demiş kendi kendine. Bahçe kadın “ Bak güzel kızım aynalar insana sadece geçmişini gösterir, kendini değil, bunu koy cebine. Şimdi geldiğin yoldan, var git evine.” Bizim kız, bahçe kadının ne demek istediğini anlamış. Burnuna kokusu çalınan ekmekleri özenle çantasına yerleştirmiş. Bahçeyle ve onun kadınıyla vedalaşmış. Biraz ilerledikten sonra kulağına bir ses çalınmış “Yoldakilere selam söyle.” Bizim kız arkasını dönmüş bakmış, şapka otların üzerinde uçuyormuş. Gülümsemiş… Söylerim..