“Yalnızlık; kendi içine yürümek ve saatlerce kimseyle karşılaşmamak…”
(Rainer Maria Rilke – Genç Şaire Mektuplar)
Son günlerde zihnimde yankılanan ve dilimden düşmeyen bir cümle. Masal anlatıcılığında adı konmamış bir uygulama vardır. Anlatmak istediğin masalı bulana kadar onlarca masal okursun; bir kısmını hiç beğenmezsin, bir kısmına “eh” der geçersin ama bazen öyle bir masal okursun ki, olduğun yerde kalırsın. Başta anlamazsın, onun neden ilgini çektiğini. Zamanla sahneler zihninde canlanmaya başlar ve kahramanlarla uzaktan bir ahbaplık kurarsın. Sonra kendine sorarsın; “Bu masal bana ne anlatmak istiyor?” İlk seferde cevap alman zor. Sonra masala sorarsın “Sen bana ne anlatmak istiyorsun?” veya “Benim seninle birlikte insanlara ne anlatmamı istiyorsun?” Masal çoğunlukla sana cevap verir ama senin bunu anlayabilmen için gözünü, kulağını iyi açman gerekir.
Bu anlattığım ilk bakışta fantastik gibi gelebilir. Fakat çok basit ve makul bir açıklaması vardır. Sen ancak kabinin ve zihninin algıladığını yaşayabilirsin. Bundan bazen haberin olur, bazen de olmaz. Benim hayatım deyip, bütün kararları kendinin verdiğini sandığın yaşamda kendinden habersiz seçimlerini de yaşarsın. Bilinçdışı; buzdağının görünmeyen yüzü.
İşte en basit tanımla senin ilgini çeken şey; ki bu uzun bir masal da olabilir, kısacık bir kelime de, ne olursa olsun sana dokunan bir şeydir.
Masallar bizim bu sistem içerisinde kullandığımız bir araçtır. Derdimiz kelimeleri eşleştirmek, bizden habersiz zihinde dönen oyunları keşfetmektir. İçimizdeki kalabalığı oluşturan tiplerle tanışmaktır. Ne kadar çok suretinle tanışırsan, kendine bir o kadar yaklaşırsın.
Masallar dışında insanın bunu yapabileceği en kolay şey okumaktır bana göre. Bilinçle okuduğun her şey sana seni anlatır aslında.
Yazarın dediği “Kendi içine yürümek…” böyle bir şey olsa gerek.
İlk önce dışarıdaki dünya ile içerideki dünyanın eş olduğunu kabul etmek gerek. Belki de en zoru budur. Çirkin bir şey gördüğünde gözlerini kapatabilirsin ama bazen o görüntünün kendi içindeki yansımasını yok etmen zaman alır. Bu bağlantının gücünü gösterir.
Demem o ki; kendi içine yürümek için dışarıdan gelen ışığı düzgün kullanabilmek önemli.
Yolu bulup adım attıktan sonra macera başlar. O ne güzel, ne heyecanlı bir maceradır ama, tıpkı masallara benzer. Cesaretin varsa eğer, artık kahraman sensin.
Saraylar da senin, orman kulübeleri de. Zengin de sensin, fakir de. Kuyulara düşecek, yılanlarla boğuşacak, ejderhalarla savaşacaksın. Yeterince dürüst olursan ve kaçmadan, korkmadan ilerlersen yuvana geri dönebilirsin.
İnsan bir an içine dönüp baktığında o kadar çok yüz görüyor ve ses duyuyor ki. Çoğu zaman bunların arasında kendi sesini, yüzünü kaybediyor. Sahip olduğumuz arketipler, hayatın bize biçtiği roller o kadar fazla ki! Onlardan kurtulmak da mümkün değil. Çünkü hepsi bizim başka türlümüz. Hem içerideler, hem dışarıda. Tek dertleri görünmek.
Aynanın karşısına geçmeli insan. Her kostüme selam vermeli, güzel göründüğünü söylemeli ve yavaşça üzerinden çıkarabilmeli. Sağa sola fırlatmadan dolaba yerleştirmeyi öğrenmeli. Her kostümle birlikte biraz daha azalmalı, en sonunda çıplak kalmalı. Mahremi bulmalı.
Olanı olduğu gibi görebilmek ve gördüğünü olduğu gibi kabul etmek insanın fıtratında yok. En büyük zorluk burada zaten. Bu fıtrata isyanda. Masalda sana eziyet eden cadının kendin olduğunu kabul edebilmekte.
Ancak herkesi geride bırakabilirsen, kimseyle karşılaşmazsın.
Korkunun etekleri altına saklanan yalnızlık, cesur olup çıkmalı ortaya. Bugüne kadar üzerine atılan kötülük çamurundan arınmalı.
Gücünü göstermeli. “Gerçek hayat benimle!” diyebilmeli. İnsan gerçek yalnızlığa ulaşmalı ve ardından onu çok sevmeli çünkü gerçek hayat onunla…
Genç Şaire Mektuplar da şöyle demiş yazar:
“Öğrenme zamanı her daim uzun, kapalı bir zamandır, bu yüzden sevmek uzun süreyle ve epey içine uzanır yaşamın: Yalnızlık, seven insan için yükseltilmiş ve derinleştirilmiş bir kendi başına olma halidir.”