Üniversite de okuduğum zamanlardı. Başka şehirdeyim, tek başıma yaşıyorum, şu anda daha net görsem de o zamana göre bir karmaşa içerisindeyim, hayata uyum sağlayamıyorum. Bir taraftan da farkında olmadan, kapı arıyorum. Problemlerden kaçış ya da sıkışıklıktan çıkış kapısı değil, anlam kapısı arıyorum.
Bir gün balkonda otururken, karşıdaki müstakil evin bahçesinden yükselen ve benim üçüncü kat hizamı geçerek yoluna devam eden ağaca gözüm takıldı. Hangimizin daha değerli olduğunu düşündüm. Kimin, neyi daha fazla hissettiğini merak ettim. Sonra insanın hissettiği duyguları saymaya başladım, o günkü aklımla parmaklarımın sayısını geçemedim. Anlamsızlığa sıkıştım. O anda karşımda duran ağaç ile birlikte yükseldim. En tepedeki dalından baktım etrafa ve kapıyı gördüm. ”Aradığım şey galiba o kapının ardında!” dedim kendi kendime. Adımımı atmamla tepetaklak oldum ve aniden yine balkona düştüm. “O kadar kolay olmasa gerek” diye bir ses geldi kulağıma, baktım yapraklar rüzgarla salındılar. Anladım kimin fısıldadığını.
Benim için sağlam bir eşikti o an. Beş duyuyla üç boyutlu algıladığım dünyanın, hissettiğim ama bir türlü idrak edemediğim diğer boyutlarına uzandım. Bu sefer gördüğüm kapıya tekrar ulaşabilmek için ne yapabileceğimi aramaya başladım.
Akılla mı, kalple mi, zihinle mi ulaşabilirdim? Yoksa bunların dışında sahip olduğum başka yetilerim de var mıydı? Oradan mı, buradan mı derken zihnimde kayboldum ve birden sarmaşıklarla kaplı bir labirentte buldum kendimi.
Elimde fener yok, rehber yok, onu geçtim sesimi duyan da yok. Kendi kendime dolanıp duruyorum sarmaşıkların arasında. Anladım ki bu eşiklerden bir kere geçtin mi geri dönüşün yok.
Bir şeyleri fark ettiysen eğer artık onu unutamazsın. Bir şekilde gereğini yapmalısın. Görmezden gelmek, kendini kandırmaktır. Onu da sıkıştığın köşeye kadar yapabilirsin ancak.
O nokta da sancılı bir süreç geçirdim. Bulduğum dala yapıştım elimde kaldı. Sarmaşıklara dolanarak yukarıdan kaçmak istedim, düştüm yuvarlandım, her yerim kanadı. Oturdum ağladım, kendi sesimden sıkıldım. Hiçbir şey yapmadan bekledim elim ayağım uyuştu.
En sonunda sakin sakin düşünmeye başladım. Ben en iyi ne yaparım? Bulabilirsem onunla çıkabilirim buradan! Bir anda zıpladım “Okurum” evet ben iyi okurum. Hayatımda kesintisiz yaptığım tek şey okumak. Peki bu sarmaşık labirentinin içinde ne okurum diye düşününce etrafımı gerçekten görmeye başladım. Birdenbire yapraklar tanıdık geldi.
O günden sonra gerçekten de elime geçeni okumaya başladım. Kitapları, insanları, doğayı, kendimi, akışı… Okumak sahip olduğun bilgiyle yüzleşmek ya da onu yüzeye çıkarmak anlamına geldi bende. İnsan bilemediğini içeri alamaz. Girenlerin mutlaka karşılığı vardır bir yerlerde. Bu da ister istemez beni, içeri-dışarı kavramlarına sürükledi.
Eşik için bir içeri bir dışarı lazımdı çünkü.
Hala labirentten çıkamadım ama içerisinde nasıl yaşanacağını öğrendim.
Ara sıra tırmanıp duvarın üzerinde oturuyorum. Güneşin doğuşunu ve batışını izliyorum. Hayatımdaki diğer eşikleri düşünüyorum. Beni devamlı dönüştüren, fark ettiğimde keyif aldığım ya da daha kolay atladığım, fark edemediğimde ne olduğumu şaşırdığım geçitleri.
Kendiminkileri az buçuk idrak edebilsem de benim dışımdaki sistemin eşiklerinden geçerken afalladığım çok oluyor. Adımlarım onların boyutlarına küçük geliyor bazen. Üzerimdeki etkilerinin de bir o kadar güçlü olabileceğini hissediyorum ama her zaman tam anlamıyla algılayamıyorum. Dünyanın döngüleri, zaman, insanın varoluş aşamaları daha neler neler var, üzerimde eli olan…
Kendimce kurduğum sistemde önce görmek, ardından bilmek, sonra idrak edebilmek en sonunda da becerebilirsem sindirebilmek var. En zoru başlangıç zaten, görebilmek. Bu benim sandığım gibi sadece gözlerle veya akılla olmuyormuş. Bazen kalp bile yeterli gelmiyormuş. Bunların üzerindeki sesleri duyabilmek gerekiyormuş.
Sarmaşıklarla yaşamayı öğreniyorum. Nasıl balkondan labirente geçtiysem buradaki kapıyı bulabilirsem aradığıma bir adım daha yaklaşabileceğim.
Aramak bazen bulmaktan daha çok mutlu ediyor insanı.