Ben meditasyonlarda ev sembolüyle çalışmayı severim. Her insanın hayalinde kendine ait ev hissini veren bir mekân olsa ne güzel olur. Çok bunaldığında, sıkıştığında, sıkıldığında gözlerini kapatıp o mekâna doğru yola çıkmalı. Yavaş yavaş ulaşmalı. Eksiğini gediğini kontrol etmeli. Bahçesini temizlemeli. Dilediği gibi zaman geçirmeli. Kendini güvende hissedeceği bir mekân. Bu arada, teknik, çocuklarda çok faydalı oluyor özellikle kaygı seviyeleri yükseldiğinde. Zamanında, öğrencilerimde bunu başarı motivasyonu için de kullanıyordum. Detayları uzun tabi burada tek tek anlatmak zor ama birçok alanda işe yarayan bir uygulamadır.
Bloğumu bu kadar sevmemdeki ve üzerinde uğraşmamdaki nedenlerden biri de işte bu konuyla doğrudan bağlantılı. Kendimi özgür hissettiğim, istediğim gibi ifade edebildiğim, içimi dökebileceğim, nefes alabileceğim, yeteneklerimi ortaya koyabileceğim ben de varım diyebileceğim bir alan olması. Kendime kurduğum tek kişilik bir dünya yani. İşte tıpkı hayallerdeki ev gibi.
Yazı yazmak istedim, sayfamı açtım, öykü mü yazsam, deneme mi yazsam, sembolik yazı mı yazsam, derken baktım kendi kendimi kapana kıstırıyorum. “Hayır!” dedim canım ne istiyorsa onu yazacağım. Canım çene çalmak istiyor. Daldan dala sohbet etmek istiyor. beynimi serbest bırakıp peşinden akıp gitmek istiyor. Ben de öyle yapıyorum.
Şöyle düşünürsek benim bu yaptığımı çoğu insan hayatının her aşamasında yapıyor. Kendi kendimize kurallar koyuyoruz, sınırlar belirliyoruz, rollere giriyoruz ve gerekeni yapıyoruz. Girdiğimiz rollerin gerektirdiği hedefler koyuyor sonra dilimiz dışarıda peşinden koşuyoruz. Bunu bazen o kadar abartıyoruz ki, arada nefesimiz yetmeyip durakladığımızda şaşkın şaşkın bakınıyoruz. Bütün cümleler -meli -malı ekleri ile dolu.
Dilimdeki “lazım, -meli, -malı, gerekli, şart, kesin, mecbur, vb.” kelimeleri yakaladığımda şimşekler çakıyor beynimde. Ki ben bunları olması gerekenin üzerinde kullanan bir insanım. Öyle zamanlar geliyor ki, bir an boş kaldığımda -ki bahsettiğim şaşkınlık anı işte- panikliyorum. Bir şey yapmam GEREKiyormuş da unutmuşum gibi geliyor. Böyle yaşamak zor.
NLP derslerinde bunun üzerinde çok konuştuğumuzu hatırlıyorum. İnsanların korku ve kaygılarını deşelediğimizde bilinçdışında oluşan gereklilik kayalarına çarpıyorduk.
Yapmak istediğini biliyor musun? Evet. Neden yapmıyorsun? Yapamam. Neden? Bu nokta da bir sürü bahane gelir işte. Sen çürüttükçe yenileri türer. Kiminde mükemmeliyetçilik, kiminde başarısız olma korkusu ama olay dönüp dolaşıp o işin belirlenen şartlarda olmaması halinde düşülecek duruma geliyor. Çünkü rollerimiz, maskelerimiz ve tırnaklarımızla oluşturduğumuz bir çevremiz var. En son isteyeceğimiz şey yargılanmak. Biz hep takdir görmek isteriz. Olduğumuz gibi görünsek muhtemelen dışlanırız. Yalnız kalır ve kurtlara yem oluruz.
Bu nedenle de hayatımız gerekenlerle doludur ve hayatta kalmak için ayak uydurmalıyız. Bir süre sonra da gerçek kimliğimizi bir yerlere kaldırır kendimiz de unuturuz.
Bu şekilde yaşayan insanlar belirli bir süreden sonra mutsuz ve tatminsiz oluyor ve nedenini bir türlü bulamıyorlar. Her zaman olamasa bile ara sıra gerçek kimliğimizi özgür bırakıp havalandırsak fena olmaz.
Ben bu zamanlara nefes aralıkları diyorum. İnsanın bunu en güzel yapabileceği alanlardan birisi sanat ve diğeri yazmak. Bilinç akışıyla yazmak. Yani durup düşünmeden, yargılamadan, kontrol etmeden, korkmadan, içinden geldiği gibi kusarcasına yazmak. Bundan daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim. Sanat ise doğrudan bilinç dışının bilince çıkması.
Öyle ya da böyle insanın kendini yargılamadan, yargılanmaktan korkmadan, özüne ulaşabileceği aralıklar psikolojisinin sağlıklı olmasında katkı sağlıyor. İster hayali ev olsun, ister bir günlük, ister bir dost, yeter ki gerçek olsun.